KOSOVA’DAN DR. TANER GÜÇLÜTÜRK’ÜN HACIBEKTAŞ İZLENİMLERİ


HACIBEKTAŞ İZLENİMLERİ
Dr. Taner GÜÇLÜTÜRK
20-24 Haziran 2025 tarihlerinde Hacıbektaş Veli Kültür Derneği Başkanı Sayın Mustafa Özcivan Bey ve Türk Dünyasından değerli akademisyen dostlarla birlikte aşıklar makamı, Hacıbektaş Veli Kültür Derneği’nin davetlisi olarak aşıklık geleneği üzerine tertiplenen sempozyum ve buluşma için sözün güzel diyarı Hacıbektaş’taydık…
Prizren’den Hacıbektaş’a: Aynı Irmakta Akan İki Ruh
Tarihin ve kültürün derin izler bıraktığı iki şehir: Biri Anadolu’nun kalbinde, Nevşehir’in bağrında yer alan Hacıbektaş; diğeri Rumeli’nin kadim şehirlerinden, Kosova’nın gözbebeği Prizren… Coğrafi olarak uzak gibi görünseler de, gönül coğrafyasında bu iki şehir arasında kadim bir köprü vardır. Bu köprü, sadece mimarinin ya da dilin taşıdığı değil, aynı zamanda inancın, hoşgörünün ve insan sevgisinin de kuşaktan kuşağa aktarıldığı bir manevi yoldur.
Her iki şehir de Hacı Bektaş Veli’nin öğretisiyle yoğrulmuş, onun izinden giden erenlerin bıraktığı manevi mirasla şekillenmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözü, hem Anadolu’da hem de Balkanlar’da yüzyıllarca yankılanmıştır. Prizren’deki, Yakova’daki tekkelerde, Hacıbektaş diyarındaki dergâhlarda aynı nefes alınmış, aynı semah dönülmüş, aynı dua edilmiştir.
Osmanlı’nın Rumeli’ye açıldığı dönemle birlikte Bektaşi dervişleri, Anadolu’dan Balkanlara birer gönül elçisi olarak gitmişlerdir. Hacıbektaş’ta yetişen talipler, Prizren, Yakova, Kosova, Makadonya, Arnavutluk, Bosna, Sancak, Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Batı Trakya gibi ülke ve şehirlere giderek orada zaviyeler, tekkeler kurmuş; halkın hem ruhani ihtiyaçlarına hem de sosyal düzenine katkı sunmuşlardır. Prizren’deki Halveti, Kadiri, Rufai, Sinani, Seyidi, Hisari ve Bektaşi tekkeleri, bu ortak mirasın canlı tanıklarıdır.
Hacıbektaş ve Prizren, Anadolu ve Rumeli farklı inançlardan, dillerden, kültürlerden insanları yüzyıllarca bir arada yaşatmış şehirlerdir, coğafyalardır. Her iki şehirde de öne çıkan unsur, farklılıkları çatışma nedeni değil, zenginlik olarak gören bir dünya görüşüdür. Bu anlayış, doğrudan Bektaşiliğin temel taşlarından biridir: “Yetmiş iki millete bir nazarla bakmak.”
Bu iki şehir ve diyar arasında sadece tarihi değil, duygusal ve ruhani bir bağ da vardır. Hacıbektaş’ta yapılan bir muhabbet meclisi, Prizren’deki bir dergâhın semahına yankı olur. Prizren’in taş sokaklarında yankılanan bir nefes, Hacıbektaş’ın türbesinde duyulan duayla birleşir. Bu birliktelik, ne zamanla eksilir ne de mesafeyle kopar.
Hacıbektaş ile Prizren arasında, Anadolu ile Rumeli arasında yol vardır; bu yol taş değil, gönül yoludur. Bu yol, Anadolu’dan Balkanlar’a yayılan bir irfanın, bir muhabbetin, bir birliğin yoludur. Bu iki şehir, bu iki diyar aynı pınardan içmiş; aynı meşalenin ışığıyla aydınlanmış; aynı sevdanın diliyle konuşmuştur. Bu sebeple, Hacıbektaş’ı anlamak, Prizren’i de anlamaktır; Prizren’deki bir nefesi duymak, Hacıbektaş’taki bir duayı işitmektir.
Kosova’dan Hacıbektaş’a Kültür ve Bilim Taşındı
NEVŞEHİR / HACIBEKTAŞ – 21-22 Haziran 2025 tarihlerinde gerçekleşen 15. Halk Ozanları Hacıbektaş Buluşması, bu yıl da kültürel hafızaya damga vurdu. Etkinliğe Kosova ve Balkanlar’dan katılan Türkolog, araştırmacı-yazar ve şair Dr. Taner Güçlütürk, sempozyumun en dikkat çekici bildirilerinden birini sundu.
Kosova Türk Yazarlar Derneği Eşbaşkanı ve Kosova Yunus Emre Enstitüsü okutmanı olan Güçlütürk’ün bildirisi, “Kosova ve Balkanlar’da Ozanlık (Aşıklık) Geleneği ve Kosovalı Bir Ozan Portresi: Aşık Ferki ve Aluş Nuş” başlığını taşıyordu. Katılımcı akademisyenler ve ozanlar tarafından ilgiyle takip edilen sunum, Balkanlar’daki âşıklık geleneğinin izini sürerken, bu kültürel mirasın günümüz Türkolojisine katkılarına da ışık tuttu.
Aşık Ferki’den Aluş Nuş’a: Sözlü Kültürle Yaşayan Bir Miras
•Güçlütürk, bildirisiyle Kosova’da Türk halk edebiyatının ve âşıklık geleneğinin tarihsel gelişimini, kültürel kimlikle olan bağını ve sözlü kültürün kolektif hafıza üzerindeki belirleyici rolünü derinlikli biçimde inceledi. Prizrenli Aşık Ferki (1807–1908) ve modern dönemin yaşayan temsilcisi Aluş Nuş örnekleri üzerinden bu geleneğin evrimini ortaya koyan Güçlütürk, alan araştırmaları, cönk, arşiv çalışmalarıyla ve video görseliyle zenginleştirdiği sunumuyla bilimsel camiada övgü topladı.
Bildiriye göre, Osmanlı-Türk edebiyatının Balkanlara uzanışıyla şekillenen âşıklık geleneği, zamanla bölgeye özgü bir kimlik kazanmış ancak siyasal ve toplumsal dönüşümler nedeniyle yok olma ve unutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Aşık Ferki’nin 21 destanı, taşlamaları ve semaileri; halkın diliyle dile gelen bir tarih, eleştiri ve irfan kaynağı olarak tanıtıldı. Modern dönemin eleştirel, hicivli şiirleriyle tanınmış sesi Aluş Nuş ise tamburu eşliğinde seslendirdiği taşlamalarıyla bu geleneğin izlerini ve özelliklerini son çağdaş bir yorumcusu olarak konumlandı. Sempozyuma katılan bilim adamları da bunun çok doğru bir nitelendirme, tespit ve bulgu olduğunu vurgulayarak desteklediler.
Balkanlar’da Aşıklık Geleneğine Akademik Sahiplenme
•Sunum, sadece geçmişi kayıt altına almakla kalmadı; Kosova’daki âşıklık geleneğinin geleceğe taşınması için somut öneriler de sundu. Güçlütürk, sözlü eserlerin derlenmesi, yayımlanması ve akademik dünyaya kazandırılması gerektiğini vurguladı. Bu çalışmaların, yalnızca Kosova Türklerinin değil, Balkanlar’daki kültürel çoğulluğun korunması açısından da yaşamsal önemde olduğunu belirtti.
Uluslararası Katılım ve Zengin Program
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde düzenlenen etkinlik, bu yıl da uluslararası bir platforma dönüştü. İran, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Gürcistan ve Özbekistan gibi ülkelerden gelen akademisyenler üç oturumda bildiriler sundu. Geceleri ise büyük beğeni ve ilgi toplayan Türkiye’nin önde gelen halk ozanları, semah grupları ve korolar izleyicilere unutulmaz anlar yaşattılar.
Kültür ve Bilimin Buluşma Noktası: Hacıbektaş
•Bu yılki buluşmada Dr. Taner Güçlütürk’ün bildirisi, bilimsel derinliği ve kültürel duyarlılığıyla öne çıkan sunumlardan biri oldu. Hacıbektaş’tan Kosova’ya uzanan bu bilimsel ve kültürel yolculuk, hem geçmişin izlerini sürmek hem de geleceğe kültürel bir miras bırakmak açısından anlamlı bir katkı sundu.
Balkanlar ve Kosova’nın âşıklık geleneği, Aşık Ferki’nin destanlarında, Aluş Nuş’un hicivli, eleştirel, mizahi taşlamalarında ve Dr. Taner Güçlütürk’ün satırlarında yeniden hayat buldu. Sempozyumun ertesinde etkinlik, Hacıbektaş ve yöresine düzenlenen geziyle devam etti.
Kaymaklı Yeraltı Şehri – Kapadokya’nın Derinliklerinde Gizemli Bir Yolculuk!
Kapadokya’nın Nevşehir iline bağlı Kaymaklı beldesinde yer alan Kaymaklı Yeraltı Şehri, binlerce yıl öncesine uzanan büyüleyici bir tarihe ev sahipliği yapıyor. Volkanik tüf kayaların içine oyulmuş bu yeraltı şehri, ilk olarak Hititler döneminde kullanılmaya başlanmış, daha sonra Bizans döneminde Hristiyan halk tarafından baskılardan korunmak amacıyla genişletilmiştir. Toplamda 8 katlı olan bu şehir, sadece 4 katı ziyaretçilere açık. Derinliği yaklaşık 20 metre olan yapının içinde;
-Yaşam alanları
-Erzak depoları
-Şaraphaneler
-Su kuyuları
-Havan sistemleri
-Taş kapılar
-Gizli tüneller bulunuyor!
Mükemmel havalandırma sistemi sayesinde yüzyıllar boyunca binlerce insan burada yaşamını sürdürebilmiş. Kaymaklı Yeraltı Şehri, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Kapadokya’nın en etkileyici yapılarından biri. Hem tarih meraklıları hem de macera severler için mutlaka görülmesi gereken bir nokta! Kaymaklı’yı keşfederken her köşe sizi geçmişin gizemine yaklaştırıyor. Ziyaret etmeyi planlıyorsanız şapka takmayı, rahat ayakkabılar giymeyi ve rehber eşliğinde gezmeyi unutmayın!
“Yollar iyidir, yolculuklar da….
Yolculukların en güzel kazanımı, yadigârıdır yeni ve kadim dostlar… O yüzden herkese biraz iyi gelir yeni yollar, yeni yolculuklar… Sizi kendinize götürür…” Yolculukların en kıymetli kazancı, varılan yer değil; yolda rastlanan yüzler, yüreğe değen seslerdir. Haritalar sadece yönü gösterir; ama dostluklar, ruhun rotasını çizer. Her yeni yol, insanın içine doğru bir yürüyüştür aslında. Bazen bir dağın yamacında, bazen eski bir sokağın taşlarında, bazen bir yabancının gülümsemesinde tanırsın kendini. Zamanla anlarsın ki, insan en çok da birlikte susabildiği insanlarla dost olur. Aynı manzaraya farklı gözlerle bakabilmek, farklı geçmişlerin ortak bir geleceğe dönüşmesidir dostluk. Yol ne kadar uzun, ne kadar bilinmezse, dostluk da o kadar derinleşir; çünkü zorluklar değil, birlikte aşılan zorluklar bağ kurar. Yol yorar belki; ama iyi insanlar, iyi anılar ve yürek yoldaşları yorgunluğu unutturur. Ve bir gün dönüp baktığında, hatırladığın sadece nerelere gittiğin değil, kimlerle yürüdüğündür. O yüzden… Herkese iyi gelir biraz yeni yollar, yeni yolculuklar… Ve o yollarda edinilen eski dostlar gibi yepyeni yârenlikler.
Uçhisar Kalesi – Kapadokya’nın Zirvesine Ziyaret
Gökyüzüne meydan okuyan bir taş dev… Kapadokya’nın en yüksek noktası olan Uçhisar Kalesi, hem tarih hem de doğa tutkunlarını büyüleyen bir açık hava anıtı. Bu dev peri bacası, yüzyıllar boyunca yerleşim yeri ve savunma kalesi olarak kullanıldı. Oyma odaları, gizli geçitleri ve eşsiz manzarasıyla ziyaretçilerine adeta bir zaman yolculuğu sunuyor. Buradan Erciyes Dağı’na kadar uzanan Kapadokya’nın nefes kesen panoramasını izleyebilirsiniz. Gündoğumu ve günbatımı saatlerinde, gökyüzünde süzülen balonlarla birlikte manzara tam anlamıyla masalsı… Fotoğraf tutkunları için: Doğal kaya dokusu, taş evlerle çevrili sokaklar ve otantik atmosfer; her kareyi bir tabloya çeviriyor. Kale çevresinde yer alan taş konaklar, sanat galerileri, otantik kafeler ve el yapımı hediyelik eşyalarla dolu dükkanlar keşfedilmeyi bekliyor. Bir kez değil, her mevsim görülmeli. Kışın karlar altında sessiz bir masal diyarı, yazın ise sıcak tonlarla ışıldayan bir açık hava müzesi, geceleri parıldayan birbirinden renkli ışıklarla adeta rüyalardan çıkmış bir diyara dönüşüyor…
Göreme Açık Hava Müzesi | Kapadokya’nın Kalbinde Bir Miras
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Göreme Açık Hava Müzesi, Kapadokya’nın büyüleyici doğasının içinde, tarih ve inancın izlerini taşıyan eşsiz bir açık hava kutsal alanı. 10. yüzyıldan kalma kaya oyma kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve manastır yaşamının izleri bu alanda hâlâ canlı. Elmalı Kilise, Tokalı Kilise ve Azize Barbara Şapeli gibi yapılar, dönemin ruhunu hissettiriyor. Duvarlarında hâlâ canlılığını koruyan fresklerde; Hz. İsa’nın hayatı, azizler ve melekler betimleniyor. Her detay, hem sanat hem inanç açısından büyüleyici! Kapadokya’nın peribacaları arasında, tarih ve doğa iç içe geçmiş durumda. Gün doğumunda balonların arasında bu manzarayı görmek, hayatınızda unutamayacağınız bir deneyim olacak. Kapadokya’ya yolunuz düşerse, Göreme Açık Hava Müzesi’ni listenizin en başına yazın. Çünkü burası sadece bir müze değil, taşlara kazınmış bir medeniyetin sesi…
Göreme Açık Hava Müzesi, Göreme kasabasının 2 kilometre doğusunda yer alan bir kaya yerleşim yeri. MS 4’üncü yüzyıldan 13’üncü yüzyıla kadar bölgede yoğun bir şekilde manastır hayatı yaşanmıştır. Hemen her kaya bloğunun içinde kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve oturma mekânları mevcut. Bugünkü Göreme Açık Hava Müzesi, manastır eğitim sisteminin başlatıldığı yer olarak kabul edilir. Soğanlı, Ihlara ve Açıksaray ise aynı eğitim sisteminin daha sonraları görüldüğü yerler. Göreme Açık Hava Müzesi’nde bulunan kiliseler, iki tür teknikle boyanmıştır. Birincisi, doğrudan doğruya kaya yüzeyi düzeltilerek üzerine yapılan boyama, ikincisi ise kaya üzerine yapılan secco (tempera) ve fresco tekniği ile yapılan boyamalardır. Kilise duvar resimlerinde işlenen konular Tevrat, İncil ve Hz. İsa’nın hayatından alınmıştır. Göreme Açık Hava Müzesi’nde Kızlar ve Erkekler Manastırı, Aziz Basil Kilisesi, Elmalı Kilise, Azize Barbara Kilisesi, Yılanlı Kilise, Malta Haçlı Kilise, Azize Catherine Kilisesi, Karanlık Kilise, Çarıklı Kilise ve Tokalı Kilise bulunmakta. Göreme Açık Hava Müzesi, 6 Aralık 1985 tarihinden bu yana doğal ve kültürel varlık olarak UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer almakta.
Göreme’de Bir Şapel, Bir Geçit: Cennet Kapısı’ında (Basil Şapel Girişi)
Göreme Açık Hava Müzesi’ne adım attığınızda, ilk olarak karşınıza çıkan ve halk arasında “Cennet Kapısı” olarak anılan Aziz Basil Şapeli’nin narteksi, sizi mistik bir yolculuğa davet eder. Bu geçit, sadece ibadete değil, aynı zamanda ölümle yaşam arasındaki ince çizgiye tanıklık eden bir portal gibi… Kapının hemen ardından uzanan narteks kısmında, taş mezar çukurları sizi karşılar. Bazı mezarlar büyük bağışçılara, bazıları ise çocuklara adanmış. Bu mezarlar, ziyaretçiyi hem bir “ölüme selam” hem de “hayata dokunuş” arasında bırakır. Kapının ötesinde sizi bekleyen duraksız sessizlik, duvarlardaki zengin ikonografide hayat bulur:
* Ana apsiste: Hz. İsa, Meryem Ana ve Çocuk İsa,
* Kuzey duvarda: atlı Aziz Theodore,
* Güneyde: ejderle savaşan Aziz George,
* Ayrıca: Aziz Demetrius ve diğer aziz figürler…
Kırmızı-secco tekniğiyle betimlenen bu sahneler, sadelikle gücün harmanlandığı bir estetik sahne sunar.
Neden “Cennet Kapısı”?
Çünkü bu giriş, hem literal bir kapı hem de ruhani bir sembol: Aydınlanma, huzur ve ölüme dair sessiz bir kabullenişin kapısı. Ziyaretçinin kalbini iç dünyaya taşır, taşla insan arasındaki mistik köprüyü hissedersiniz.
Kapadokya’nın Ruhu Bu Çarşıda!
Peri bacalarının gölgesinde, taş sokakların sessizliğinde yankılanan bin yıllık zanaatların buluşma noktası: Kapadokya Çarşısı… El emeği göz nuru seramikler, dokuma halılar, otantik takılar ve yöresel lezzetlerle dolu bu çarşıda her adım bir keşif, her dükkan ayrı bir hikâye anlatıyor. Aradığınız sadece bir hediyelik değil, bir anıysa… Bir tat değil, bir gelenekse… Kapadokya Çarşısı sizi bekliyor. Renkleriyle büyüler, dokusuyla geçmişe taşır, sohbetleriyle ısıtır…
Hacıbektaş Türbesinin Büyülü Mistik Havası
Yüzyılların huzurunu, 13. yüzyıldan günümüze taşıyan bu büyülü mekân; Hacı Bektaş-ı Veli’nin insan sevgisi, hoşgörü ve eşitlik felsefesinin somut yansımasıdır. Horasan’dan Anadolu’ya uzanan ömrünü, Sulucakarahöyük’te derin inzivalarla tamamlayan bu mutasavvıfın türbesi, göçmen dervişlerin uğradığı üç avlulu külliyede yer alır. Üç avlu düzeniyle saray esintisi: Mihman Evi, Kiler Evi, Aşevi, Tekke Camii ve Aslanlı Çeşme bu kutsal alanlarda hayat bulur. Çilehane (Kızılca Halvet) kısmı, Hacı Bektaş Veli’nin kırk gün inzivaya çekildiği yer — tam bir arınma ve irfan simgesi. Meydan Evi, dokuz katlı kırlangıç tavanıyla göKYüzyüze gelen mimari bir şaheser. 1925’te tekke olarak kapatılmış, 1957–1964 arasında restore edilerek 16 Ağustos 1964’te müze haline getirilmiş. Osmanlı padişahları Orhan Gazi’den Yıldırım Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim’e, ardından IV. Mustafa, Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemine uzanan eklerle büyümüş. 2012’den beri UNESCO geçici Dünya Mirası listesinde. Türbe ziyaretçileri, geleneksel olarak sanduka etrafında dönerek dualar eder. İç mekânda ayakkabılar çıkarılır, hassas halılar korunur; bu yönüyle burada turistten çok manevi bir deneyim arayan ziyaretçi var. Bir zamanlar derin inzivaların, bugün ise barış ve eşitlik dokusunun huzurla harmanlandığı bir mekan… Hacı Bektaş-ı Veli’nin izinde yürürken, Çilehane’de ruhunu arındır, Aslanlı Çeşme kenarında susla yüzleş, Meydan Evi’nin dokuz katlı kırlangıç tavanında gökyüzünü hisset. Türbe avlusunda sandukaya dolanan sayısız dua, her köşede ilk yüzyıl sevgi fısıltıları… 13. yüzyıldan bugüne dek uzanan bu miras; Osmanlı sultanlarının katkılarıyla yükseldi, 1964’te müzeye kavuştu. 2019’da 600 bin, her yıl yüzbinlerce ziyaretçiyle Türkiye’nin en etkileyici kültür rotalarından biri…
“Erenlerin Sessizliğinde Bir Gün…”
Bir kapıdan girersin… Sözsüz konuşmalar başlar. Hacıbektaş Veli Dergâhı’nda zaman yavaşlar; her taş, her duvar, her iz bir dua gibi üzerine siner. Burada sadece bir türbe değil, bir fikir yatıyor: İnsan olmak, sevmek, bölüşmek, affetmek… Çilehane’de kırk gün sessizlikte kalabilmiş biri vardı bir zamanlar… Aşevinde “eline, beline, diline” dikkat edenler doyurdu karınları… Aslanlı Çeşme’den abdest alanlar, kendini arındırmadan içmedi suyu… Bu mekân, sadece bir ziyaret yeri değil, bir aydınlanma durağı. Her adımda biraz daha susarsın. Çünkü burada kelimelerden çok hissedişler konuşur. Giriş ücretsiz, ama hissedecek çok şey var… “Bir gün yolun düşerse değil… Mutlaka bir gün o yola düş…”
“Anadolu’nun Kalbinde Bir Bilgelik Durağı!
Modern zamanların gürültüsünden uzak, taş duvarları bin yılın suskunluğunu taşıyan bir mekân: Hacıbektaş Veli Türbesi ve Müzesi. Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde, yalnızca bedenlerin değil, kalplerin de misafir olduğu bir yer burası. 13. yüzyıldan bu yana süregelen bir hoşgörü, sevgi ve irfan yolculuğu. “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” sözüne adanmış bir yaşam biçiminin sessiz anıtı… Üç avlulu külliyede gezinirken:
• Mihman Evi’nde kendini bir yolcu gibi hissedersin,
• Çilehane’de zaman durur, iç sesinle baş başa kalırsın,
• Aslanlı Çeşme’de yudumladığın su sadece bedeni değil, ruhu da arındırır. Ve her adımda Hacı Bektaş-ı Veli’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesi yankılanır.
1964’ten bu yana müze olarak ziyaretçilerini ağırlayan bu eşsiz yapı, sadece mimarisiyle değil, duruşuyla da bir çağrıdır: İnsan olmanın, iyi olmanın ve bir olmanın çağrısı… “Bu dünya kimseye kalmaz; ama güzel izler kalır. Hacıbektaş, o izlerin en derinlerinden biri.”
Bazı yerler konuşmaz, seni dinler
Bazı kapılar gıcırdamaz, içinden geçeni sınar. Hacıbektaş’a vardığımda, ne bir rehberin sözü, ne bir tabelanın yönü vardı önümde… Sadece taşlara sinmiş yüzyıllık bir bakış hissettim: “Hazır mısın?” İlk adımı attığımda, sanki zaman gevşedi. Bir avludan diğerine geçerken sadece mekân değil, ben de değiştim. Mihman Evi’nde bir misafir olduğumu anladım. Kiler Evi’nde geçmişin bereketini, aşevi’nde paylaşılan lokmanın sıcaklığını duydum. Sonra Çilehane… Dar, sessiz, sade. Duvarları taştan ama sesi ruhtan yapılmış bir oda. Hacı Bektaş-ı Veli burada kırk gün kalmış. Konuşmamış, yememiş, çıkmamış. Sadece düşünmüş. Ve biz, konuşmadan geçirdiğimiz on saniyede bile huzursuzken, o kırk gün boyunca evrenin iç sesini dinlemiş. Her çeşmede, her basamakta, her gölgede bir öğüt vardı. Ama en çok bir söz kaldı aklımda: “İncinsen de incitme.” Bu söz; ne bir kitaba sığar, ne sadece bir öğretiye. Bu söz, bir yaşam biçimi. Ve bu topraklar, bu sözün vücut bulmuş hâli. Geri dönerken sırtımda bir çanta vardı; ama esas yüküm, içimde kalan sessizlikti. Konuşmamıştım belki, Ama çok şey söylemişti bana orası. Ve ben, sadece dinledim, dinledim, dinledim…
Oradan Ayrıldığımda…
Oradan ayrıldığımda, ardıma dönüp bakmadım. Bazı yerler vedayı kaldırmaz, bazı sessizlikler bozulmaz. Güneş, avlunun taşlarını usulca yalıyordu; bir adım daha atsam, içimde bir şey eksilecek gibiydi. Yürürken ayak seslerimden çok kalbimin uğultusunu duydum. Çünkü orada kelimelerle değil, kalple konuşuluyordu. Taş duvarların dili vardı, gölgelerin bile bir terbiyesi… Benimle konuşan sadece mekân değildi aslında; bende konuşan bir şey uyanmıştı. Sustum, ama içimdeki ben konuşmaya başlamıştı. Sorular soruyordu yavaş yavaş: “Nereye gidiyorsun?” “Ne taşıyorsun?” “Gerçekten varmak istediğin yer burası mı?” Yol boyunca o çile odasını düşündüm. Karanlık, dar, ama sonsuz bir genişliğe açılan o taş odayı. Orada bırakılan nefsi, orada aranan hakikati. Ve belki de orada kazanılan sesi: Sözsüz, bağırmayan, yakmayan, yıkmayan bir ses. Bir çeşmenin başında durdum, avuçlarımı suya uzatırken bir dua değil, bir teşekkür döküldü dilimden: “Beni olduğum gibi kabul ettiğin için…” Yoldan değil, kendimden geçmiştim belki. Ama dönüş yolunda ilk kez bu kadar hafiftim. Çünkü orada bir yük bırakmıştım: Kendi benliğimin gölgesini. Orası bana hiçbir şey vermedi. Ama bende neyin fazla olduğunu, neyin eksik kaldığını gösterdi. Ve şimdi biliyorum: Bazı yolculuklar biter, ama bazıları sen yürüdükçe başlar…
Yoldan değil, halden anlayan dostlar
Kaç gün geçti… Ama Hacıbektaş içimde bir gün gibi kaldı. Ne takvim eskitti onu ne de mesafe uzaklaştırabildi. Şimdi bir sohbette, bir suskunlukta, bir dostun yüzünde, bir çocuğun gözünde o iklimin izini arıyorum. Çünkü orada öğrendim: Her yer mekân değildir, her karşılaşma halden anlamaz. Kimi yerler seni konuşturur, kimi yerler seni düşündürür… Ama Hacıbektaş — sana önce kendini susturur. Kapısından geçen herkes eşittir orada. Ne ünvanın kalır, ne unvanın. Ne kalabalığın anlamı vardır, ne yalnızlığın korkusu. Çünkü orası sana kendin olmayı öğretir, bir başkası olmadan da tamam olmayı. Günlük hayatın telaşında, yitirdiğimiz bir şey var: İçimizdeki derinlik. Oysa orada derinliğe çağrılırsın. Bir adım içeri attığında değil, bir adım içeri baktığında başlar yolculuk. Ve anladım ki, orada gördüğüm en büyük mimari; duvarlar değil, insanların yüzündeki tevazuydu. En çok parlayan şey; varraklı süslemeler değil, birinin gölgesinde bekleyen sabırdı. Ve en çok yankı bulan ses; yüksek sesle değil, yumuşak kalple söylenendi. Ben hâlâ sindiriyorum. O topraklarda öğrendiğim suskunluğu, bir söz gibi içimde taşıyorum. Ve şimdi biliyorum: Yol, yürüyene değil, yolun hakkını verene açılır.
Nevşehir’in Hacıbektaş İlçesi – Toprak (kerpiç) Yel Değirmeni
17. yüzyılda inşa edilmiş ve 1954 yılına kadar faaliyet göstermiş. Daha sonra harabeye dönen bu değirmen, 2021 yılında kapsamlı bir restorasyonla aslına uygun olarak yeniden hayata döndürülmüş. Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na yaklaşık 700 m mesafede, Çilehane yolu üzerinde konumlanıyor. Tamamı kerpiçten yapılmış Türkiye’nin bilinen tek yel değirmeni. Tarihi: 17. yüzyılda inşa edilmiş; 1954’te kullanımı durmuş, 2021’de restore edilerek tekrar açılmış. Restorasyon projesi, hayırsever Necdet Akpınarlı ve arkeolog Taylan Sümer tarafından yürütülmüş. Projede Hacıbektaş Yaşatma Derneği, Hacıbektaş Belediyesi ve Prof. Dr. Sırrı Bektaş’ın önemli katkıları olmuş. Ayrıca, Nilgün & Sırrı Bektaş Çiftliği tarafından oluşturulan “Nilgün & Sırrı Bektaş Müzesi ve Sanat Evi” de değirmenle entegre çalışıyor. Değirmen çevresi, eski tarım aletleri, kağnılar, dibek taşları gibi unsurlarla açık hava tarım müzesi hâline getirilmiş. İç mekânda değirmene dair bilgi panoları, mekanik tertibat detayları ve hem yöresel hem kültürel objeler yer alıyor. Bu müze kısmı, özellikle Prof. Dr. Sırrı Bektaş’ın katkılarıyla “Nilgün & Sırrı Bektaş Kültür ve Sanat Evi” olarak düzenlenmiş. Kurucusu evliyasal bir unvan taşıyan bu doktor, hem sağlık geçmişli hem kültürel miras konusunda aktif bir isim. 1927 yılında kerpiçten yapılan değer, zamanla harabeye dönüşmüş; 2018’de başlayan restorasyonda dört ana hedefe yönelik hareket edilmiş: değerli eseri korumak, tarihe vakıf bir ziyaret alanı yaratmak, eğitimsel/öğretici içerik sağlamak ve çevresini kültür-sanat dostu hâle dönüştürmek. Nihayetinde 2021 itibarıyla ziyaretçilerin kullanımına yeniden açılmış durumda.
Neden Ziyaret Etmeli?
•İç Anadolu’nun nadir kerpiç yapılarından biri olduğu için mimari ve tarih açısından özgün. İç içe bir kültür-sanat kompleksi: değirmen, müze, sanat evi, açık hava müzesi… Yerel tarih ve halk hayatı hakkında zengin bakış açısı. Hazırlanan sergiler, emek verenlerin anıları ve bölgenin kimliğine katkı yapıyor; özellikle Prof. Dr. Sırrı Bektaş’ın vizyonu dikkat çekiyor. Hacıbektaş Toprak Yel Değirmeni, kerpiç malzemeden yapılmış benzersiz bir yapı. Prof. Dr. Sırrı Bektaş gibi eğitimli bir kurucunun destekleriyle, restore edilip “Nilgün & Sırrı Bektaş Kültür ve Sanat Evi” gibi bilimsel-kültürel bir platformla birleştirilmiş. Ziyarete değecek, hem nostaljik hem eğitici bir deneyim sunuyor.
Bir Eserden Çok Daha Fazlası: Doç. Dr. Aynur Najafova ve Azerbaycanlı Ruhunun İnceliği
Sempozyumun en unutulmaz anlarından biri, gezi sırasında hiç kuşkusuz ricamızı kırmayıp Doç. Dr. Aynur Najafova’nın piyanoda çaldığı “Ayrılıq” şarkısı oldu. Bu eser, onun parmaklarının ucunda sadece bir melodi değil; Karabağ’ın hüzünlü dağları, Bakü’nün zarafeti, Şuşa’nın ruhu, Güney ile Kuzey Azerbaycan arasında yaşanmış tarihî bir acı hâline büründü. Dinleyen herkes, bir an için sessizliğin müziğe dönüştüğü o büyülü âna tanıklık etti.
Doç. Dr. Najafova yalnızca bir akademisyen değil; aynı zamanda gönül coğrafyasını sanatla, bilimle ve incelikle inşa eden bir kültür taşıyıcısı. Onda bir piyanistin duyarlılığı, bir Türkolog dikkati, bir akademisyenin derinliği ve bir sanatçının estetik dünyası iç içe geçmiş bir hâlde yaşamakta. Azerbaycanlıların karakteristik özelliği de tam olarak budur: Bir kişide yalnızca tek bir vasıf değil, birden fazla yetenek, birikim, donanım ve derinlik bir arada bulunur.
Bu çok yönlülük, Azerbaycan kültürünün hem bireyi hem de toplumu nasıl işlediğini gözler önüne serer. Onlar için bilim sadece bilgi üretmek değil, estetikle yoğrulmuş bir anlatıdır. Sanat sadece duyguları dile getirmek değil, milletin tarihini, kimliğini ve geleceğe dair umudunu taşımaktır. Doç. Dr. Aynur Najafova da bu anlayışın nadide temsilcilerinden biri.
Onun piyanoda yankılanan her bir notası, aslında Azerbaycan halkının çok katmanlı ruhunu, zengin kültürel mirasını ve sanatla iç içe geçmiş akademik dünyasını yansıttı. Aynı anda hem duyguyu hem bilgiyi taşıyan bu derinlik, onu yalnızca bir sanat icracısı değil, aynı zamanda bir kültür elçisi kılmaktadır.
Kendisine, bu eşsiz yorumuyla gönüllerimize işlediği ezgi ve bu ezgiyle taşıdığı derin anlam için yürekten teşekkür ediyoruz. Doç. Dr. Aynur Najafova’nın varlığı, yalnız Azerbaycan için değil, ortak Türk dünyamız için de büyük bir değerdir.
* * *
“Ayrılıq” (Azerbaycanca: Ayrılıq) şarkısı, İran doğumlu azərbaycanlı şair Farhad Ebrahimi’nin şiirine, Azerbaycanlı besteci Ali Salimi’nin 1957 yılında yaptığı müziğe sahip etkileyici bir halk şarkısı. Şarkı ilk kez Ali Salimi’nin eşi Fatma Gannadi tarafından 1958 yılında Tahran Radyosu’nda seslendirilmiş.
Şarkının ünlenmesinde büyük pay sahibi olan kişi ise Sovyet Azerbaycan’ın ünlü sanatçısı Rəşid Behbudov. 1961–62 yıllarında İran’daki ziyaretinde şarkıyı öğrenip sahneye taşıdı; verdiği konserler sayesinde “Ayrılıq” Azerbaycan’da büyük popülerlik kazandı.
Birçok sanatçı tarafından da seslendirilen şarkı, Sami Yusuf’tan Barış Manço ve Selda Bağcan’a kadar uzanan bir repertuara sahip.
Şarkı, sözünde aşk acısını anlatırken, asıl anlamı Güney (İran) ve Kuzey (Azerbaycan SSR) Azerbaycan arasındaki tarihsel ve kültürel ayrılığı dile getirir. Halk/modern aşk ayrılığı şiiri, ancak gerçekte analiz edildiğinde millî-manevi bir anlamı da öne çıkar.
“Ayrılıq”, Farhad Ebrahimi’nin şiirine Ali Salimi’nin müziğiyle hayat verdiği, ilk kaydı Fatma Gannadi’ye ait olan ve Rəşid Behbudov’un sahneye taşımasıyla geniş kitlelere ulaşan, halkın millî duygularına dokunan ve sevilen bir Azerbaycan klasiği olmayı sürdürüyor.
Doç. Dr. Aynur Najafova, piyanoda yalnızca eserleri icra eden bir akademisyen değil, aynı zamanda notalar aracılığıyla köklü bir medeniyetin ruhunu dile getiren güçlü bir yorumcu. Bilimsel derinliği, sanatsal duyarlılığı ve kültürel belleği bir araya getiren bu çok yönlü akademisyen, her tuşta hem tarih hem his hem de hikâye anlatıyor. Onun müzikle kurduğu bağ, akademik titizlikle sanatsal sezginin nadir bir uyumu. Bu yönüyle, Azerbaycan aydınlarının taşıdığı çok katmanlı kimliğin canlı bir örneği: Aynı kişilikte sanatçı ruhu, bilimsel yetkinlik ve kültürel hafıza birlikte yaşamak…
Değerli hocamızın yorumuyla “Çalıkuşu” eserini dinliyoruz. Bu eser, 1986 yılında çekilen ve Reşat Nuri Güntekin’in aynı adlı romanından uyarlanan televizyon dizisinin unutulmaz müziği. Bestesi, ünlü Türk orkestra şefi ve müzisyen Esin Engin’e ait. Gerek melodik dokusu gerekse duygusal tonlarıyla bu eser, yalnızca Feride’nin hikâyesine değil, aynı zamanda her dinleyenin iç dünyasındaki bir “çalıkuşu”na seslenir. Klasik Türk müziği ezgilerini Batı armonisiyle harmanlayan bu zarif tema, Doç. Dr. Nayafova’nın zarafetle örülmüş yorumuyla bambaşka bir derinlik kazandı. Onun icrasında sadece müzik değil, yaşanmışlıklar, kültürel bağlar ve duygusal geçişler de dile geldi…
Her tuş vuruşunda sınır tanımayan bir çok yönlülüğün yansımasını seyrediyoruz: Aynur Hoca aktif bir akademisyen, titiz bir araştırmacı ama aynı zamanda sanatın derinliğini yaşayan ve paylaşan bir yorumcu. “Ala gözlüm səndən ayrı geceler” gibi bir eser onun ellerinde sadece notalar arasında bir geçiş değil; kültürel köklerle bağlanan ve her dinleyicide dayanılmaz bir hasret hissi uyandıran bir anlatıya dönüşüyor. Onun müziği, Azerbaycanlıların bilgiyle sanatı, gelenekle modernliği, akıl ile duyguyu aynı anda taşıyabilen karakterini tüm berraklığıyla sergiliyor.
“Ala Gözlüm Səndən Ayrı Gecələr” eserinin güftesi Gence kökenli edebiyatçı ve şair Nigar Rəfibəyli, bu şiiri, hastalığı ağırlaşan eşi Resul Rıza’ya duyduğu derin aşk ve hasretle kaleme almıştır. Eser, Azerbaycan edebiyatında lirizmin unutulmaz örneklerindendir. Şiirin bu içsel yoğunluğunu, zarif bir melodik çizgiyle güçlendiren besteci Türk müzisyen Emin Sabitoğlu’dur. Azərbaycanda Akif İslamzade gibi sanatçılarca yorumlanan eser, net makamsal formuyla da ilgi görmüş, Niĥavend makamında seslendirilmiştir. Türkiye’de ise Eda Karaytuğ gibi sanatçılarca modern dokunuşlarla yeniden yorumlanmıştır. Doç. Dr. Aynur Najafova’nın bu eseri piyanoda icrasında, Azerbaycanlı bireyin sahip olduğu tarih, sanat, bilgi ve duygusal bütünlük bir kez daha gözler önüne seriliyor. Her icrası, akademik disiplin ile sanatçı hassasiyetini aynı anda taşıyan Azerbaycan ruhunu mükemmel bir şekilde temsil etti.
Hacıbektaş’ta Aşıklar Yolu: Ozanların Heykelleriyle Duygusal Bir Yürüyüş
“Nevşehir Hacıbektaş’taki Çilehane tepesi, sadece Hacı Bektaş Veli’nin mağarası değil; aynı zamanda halkın özü, ozanların sesiyle yankılanan bir açık hava müzesi. ‘Aşıklar Yolu’nda yürürken — Nesimi’den Pir Sultan’a, Yunus Emre’den Nazım Hikmet’e kadar uzanan heykeller eşliğinde — her adım şiirler eşliğinde bir edebiyat ve müzik tarihinin izlerini yaşatıyor. Tarihten ve Mahzuni Şerif’in mezarından güç alan bu yol, bizi geçmişle bağlayan eşsiz bir kültürel hatırlatıcı.”
Delikli Taş – Çilehane: Hacıbektaş’ta Manevi Bir Sınav
Nevşehir Hacıbektaş’ta bulunan Çilehane’deki Delikli Taş’ta sıraya girenler, yalnızca fiziksel bir dar geçitten değil; vicdanlarıyla, kalpleriyle, günahlarıyla yüzleşiyor. Alevi-Bektaşi inancına göre ‘günahsız’ olanlar kolayca geçerken, diğerleri adaklarla arınma umuduna tutunuyor. Her yıl binlerce insan buraya dua, içsel hesaplaşma ve huzur için geliyor. Bu sadece bir kaya değil—bin yıllık insan hikâyelerine açılan bir kapı. Hacıbektaş merkezine yaklaşık 3 km doğuda, tepe üstü tabir edilen Çilehane mevkiinde yer alır. “Delikli Taş” adı verilen büyük kaya parçası bu kutsal alanın simgesidir. Alevi–Bektaşi inancına göre, Hacı Bektaş Veli bu mağarada uzun süre çile çekmiş, inzivaya çekilmiştir. Kaya içinde dar bir delikten geçmek, “günahsız” olanlar için kolay; günahkâr olanlar için imkânsız sayılır.
Geçemeyenler adak adayıp denklemeyi bekler. Her yıl ağustos ayında düzenlenen anma etkinliklerinde ibadet amacıyla sıraya giren ziyaretçiler, bu ritüelin manevi coşkuya dönüşmesine tanıklık eder. Delikten geçmek içsel bir arınmadır; fiziksel engel, vicdani muhasebeye işaret eder. Mahsuni Şerif’in mezarı yakınında olup, zemzem pınarı ve minder kaya gibi diğer kutsal ögelerle birlikte ziyaretçilerin duası ve dilek ağacı ritüelleri de yer alır. Aileler, gençler, yaşlılar—herkes burada binlerce yıllık Anadolu maneviyatına dokunur.
Bazı taşlar sadece yeryüzünün sessiz bekçileri değildir. Bazıları zamanla konuşur, bazıları ise içimize bakar. Hacıbektaş’ta, Çilehane’nin suskun tepesi üstündeki “Delikli Taş”, bir kaya parçası görünümündedir ilk bakışta ama eğilmeden, bükülmeden, insanın en çıplak hâliyle karşısına dikilir. Çünkü orada geçip gitmek değil, geçip kalmak vardır. Çünkü orada beden değil; niyet, ağırlık yapar.
Ben geçmedim. Belki bir omuzum takılır, belki içimde bir şey taş gibi sertti de geçmedim… O daracık delikten sığamazdım dünyaya, evrene yayılmış benliğimle. Ve düşündüm: Acaba günahlarım mı ağırdı, yoksa kendimi günahsız sanışım mı daha büyük bir ağırlıktı?
Delikten geçenlerin yüzlerinde bir ferahlık görürsünüz, ama en çok orada takılı kalanların yüzlerinde başka bir şey görürsünüz: Kendilik. Çünkü o an, kişinin içinde kaç zamandır sakladığı, bastırdığı, ötelediği her şey bir anda kapının eşiğine yığılır. Belki geçmek istememek, geçmekten daha kıymetlidir. Çünkü insan orada neyle sınandığını ilk kez fark eder: Bir çocukluk pişmanlığı, dile getirilmemiş bir söz, tam affedilmemiş bir günah… Belki sadece unutulmuş bir dua…
Delikten geçmek mi zordur, yoksa delikten geçmek istemeyen biri olarak orada kalmak mı daha çok şey öğretir insana? O taşın ardı arınmışların yeri midir, yoksa gerçek arınma, taşın öte yanında beklerken başlar mı?
Kimi geçer de değişmez. Kimi geçmez ama bütün hayatı değişir. Ben geçmedim, geçmek istemedim! Ama içimden geçen çok şey oldu…
Çaput Bağlanmış Ağaçlar – Dilek Ağaçları
Hacıbektaş Çilehane bölgesindeki çaput bağlanmış ağaçlar, taş üstüne taş konmuş kayalıklar ve benzeri unsurlar, Anadolu’nun binlerce yıllık inanç ve kültür katmanlarının bugüne yansıyan sessiz ama derin ifadeleri. Bu ağaçlara bağlanan beyaz bez parçaları (çaputlar), bir dileğin, niyetin ya da duanın Tanrı’ya veya evrene iletildiğine inanılan sembolik aracı nesneleri. Alevi-Bektaşi kültüründe, kutsal kabul edilen mekânlarda, özellikle türbe ve yatır çevrelerinde sıkça görülür. İnanç şu: Bez parçalarıyla dilek ağaçlarına bağlanan niyet, doğaya ve Tanrı’ya sunulmuş olur. Rüzgarla salınan bu çaputlar, insanın içindeki dileğin görünür hâli. Bu gelenek Orta Asya Şamanizminden, İslam öncesi Türk inanç sistemlerinden ve Anadolu halk tasavvufundan izler taşır.
Taş Üstüne Taş Konmuş Kayalıklar – Dilek, Günah, Niyet Taşları
Bu taşlar, ya adak ya da günah taşıma ritüelinin izi. Bazı inançlara göre: Kişi bir dilek tuttuğunda ya da dua ettiğinde bir taş alır, üst üste koyar, bu dileğinin kabulü için sessizce niyet ediyor. Ya da: İçinde taşıdığı bir günahı, pişmanlığı ya da acıyı sembolik olarak bir taşa yükler ve oraya bırakır. Her taş, bir niyetin, bir yükün, bir insanın sessiz ifadesi. Bu gelenek de hem Alevi-Bektaşi yolunda hem de Anadolu’daki heterodoks inanç sistemlerinde doğayla kurulan sembolik ilişkinin yansıması. Oradaki çaputlar sanki birer sessiz mektup, taşlar kelimesi olmayan dualar. Hacıbektaş’ta bu sembollerle karşılaşmak, sadece bir ziyaret değil; insanın içini dışarıya yazması gibi.
Bazı dualar sessizdir. Ne dilde dökülür, ne kalpte form bulur. Sadece bir taşa yüklenir ya da bir çaput parçasına düğümlenir. Hacıbektaş Çilehane’de yolumu kesen o taş yığınlarına ve çaputlarla sarılı o yalnız ağaca baktığımda, ilk kez bir dua suskunluğun içinden konuştu bana.
O taşlar… Üst üste konmuş, hiçbir kurala uymayan, biçimsiz, ama birbiriyle ahenkli duran o taşlar… Her biri birinin sırtında. Belki bir dilek, belki bir pişmanlık, belki bir yük. Kim bilir? Belki bir anne oğlunun askerden sağ dönmesi için koymuştur, belki biri ölen babasının affı için… Ya da hiçbir şey için değil, sadece susup taş olmak istemiştir bir anlığına. Çünkü bazen insan kendini anlatamaz, ama bir taş gibi durmak ister, anlaşılmak ister.
Ağaçlar desen, her dalı bir dileğin boynuna dolanmış. Her çaput, bir insanın içinden geçenin dışa vurumu. Rüzgarla birlikte salınıyorlar, sanki gökyüzüne bir şey anlatmak ister gibi. O düğümlü bezler, insanın çözemediği kader düğümleri mi? Belki de “bir gün çözülür” umuduyla oraya bağlanan zaman parçaları… Ve ne kadar çok çaput varsa, o kadar çok iç burukluğu, o kadar çok dilek kalmış demektir geride.
Orada her şey konuşuyordu: Taşlar, ağaçlar, rüzgar, sessizlik… Ama en çok da geçmeyen zaman konuşuyordu. İnsan, susarak dua etmeyi orada öğreniyor. Kendi yükünü tanıyor. Kimi yükler hafif gibi görünür, ama geçmez içinden; kimiyse taş gibi görünür ama bir tek gözyaşıyla erir.
Ve düşündüm: İnsan niçin bir dileğini çaputla bağlar da sonra unutur? Neden bir günahını taşa yükler de arkasına bakmadan yürür gider? Belki de unutmamayı, hafızada kalanı dışsallaştırmak içindir. Belki de dua ederken, Tanrı’dan önce kendi vicdanına seslenmek içindir…
Taş ve çaput arasında insanlar… Orada, taş ve çaput arasında yürürken, insan kendini azıcık tanır. Susarak. Taş koyarak. Düğüm atarak. Ve belki de, aradığı cevabı doğrudan değil, dolaylı bir niyette bulur: Taş gibi susanlarda ve rüzgarla sallanan çaputlarda…
Sofrada Aş, Gönülde Dostluk
Tuz, ekmek, soğan… Üç kelime. Belki dünyanın en sade, en gösterişsiz nimetleri. Ama Anadolu’da, hele ki Hacıbektaş’ın tozuna bulaşmış ellerde uzatılıyorsa bu üçlü, yalnızca bir sofranın değil, bir yüreğin, bir geçmişin, bir öğreti yolunun açıldığı andır. Çünkü bazı sofralar vardır ki karın doyurmaz sadece, insanı doyurur. O sofralarda konuşmaz bazen kimse, ama herkes bir şey duyar içinden: Anlam, aidiyet, hatırlanma…
Anadolu’nun ve Türk Dünyasının sıcak insanlarıyla geçirilen bir yolculuktu bu. Lehçelerimiz farklıydı belki ama dillerimiz aynı, gözlerimizde aynı parıltı, yüreğimizde aynı sızı, soframızda aynı tuz vardı. Bir ülkeden ötekine geçen değil; gönülden gönüle akan bir yolculuktu. Her durakta bir selam, her selamda bir hatıra… Ve o hatıraların ortasında her defasında aynı şey vardı: Sofrada mütevazı bir aş, yanı başında yeşererek büyüyen dostluklar.
Bazı şehirler konuşmaz, seni dinler. Hacıbektaş öyle bir yerdi. Toprağının kokusu, suyunun serinliği, havasının hikmeti vardı. İnsan burada susarak düşünmeyi, düşünerek susmayı öğrenirdi. Bir duvarın gölgesinde oturmak bile bir öğreti olurdu; rüzgâr, sanki Pir’in fısıltılarını getirdi kulağımıza. Burada sadece ayaklarınla değil, kalbinle yürüyorsun. Çünkü bu toprakta her adım, senden önce geçenlerin duasını taşıyordu.
Bir sabah erkenden kalkılmıştı belki, uykusuz ama heyecanlı… Bir sıcak çay, bir parça ekmek, bir dilim soğan… Ardından gelen uzun sohbetler, kocaman gülüşler… Bazen dertleşilmişti, bazen göz göze susulmuştu. Ve sonra, her şeyden daha değerli bir şey fark edildi: Sofrada aş gayet mütevazı olabilir ama gönülde yer tam olduğunda, sofra güzel dostlarla en zengin hâline büründü.
Unutulmaz bir yolculuktu bu. Her kilometresi değil, her tebessümü akılda kaldı. Şimdi geriye ne mi kaldı? Tuzun hatırlattığı sadelik, ekmeğin simgelediği bereket, acı biberin göz yaşarttığı ama kalpleri yumuşattığı o eşsiz sofralar… Ve en çok da, içten bir dost elinin sıcaklığı…
Kimi yolculuklar biter, ama içimizde bir yer hep o yolda kalır. Çünkü bazı yollar, yürünmek için değil; hatırlanmak, kendine varmak içindir…
“Ağzımız baklavayla değil, dostluklarla tadlandı…”
Bazı sofralarda tatlılık vardır yine de, hem de öyle bir tatlılık ki damağında değil, kalbinde kalır insanın. Çünkü bazen bir dostun içten gülüşü, bir yoldaşın sıcak selamı, bir omzuna konan el, bin dilim baklavadan daha tatlıdır. Hacıbektaş’ta öyle sofralara oturduk ki, kaşıkla değil, gönülle karıştırılmış aşlar vardı. Ekmeği ikiye bölen eller, aynı zamanda baklavasını da bizlerle bölüştürdü. Acı biber yerken ağzımız değil, Filistin ve bombalanan insanlığın haberleriyle içimiz yandı belki. Ama tatlının hiç eksikliğini hissetmedik; çünkü yanımızda Türkçenin, Türkolojinin ve Türk Dünyasının dostluğu, sadakati, dayanışması vardı. Ve bir an geldi ki fark ettik: Ağzımız baklavadan ziyade dostluklarla tadlandı. Ve bu tat, hiçbir baklavayla ölçülemezdi.
Bilgi Şölenimizi Anadolu’nun Türküleriyle, Türk Dünyası’nın Ezgileriyle Noktaladık!
Sempozyumu sadece konuşmalarla değil; Anadolu’nun bağrında yeşermiş güzel türkülerle, Türk Dünyası’nın seçkin şarkı ve oyunlarıyla, gönülden gönüle akan ezgilerle taçlandırdık. Çünkü Türk Dünyası coğrafyasının bilime, sanata, topluma ve kültüre emek sunan evlatları olarak; bilgi kadar neşeye, sohbet kadar oyuna, emek kadar eğlenceye de hakkımız vardı. Mütevazı bir sofranın çevresinde kurulan dostluklar, bir oyun havasında buluşan yürekler, bir türküde dile gelen ortak tarihimiz vardı. Hepsi, bu buluşmayı unutulmaz kıldı. Çünkü biz sadece dinlemedik — birlikte söyledik, birlikte güldük, birlikte yaşadık… Daha nice sempozyumlarda buluşmak dileğiyle…
Unutulmaz anılarla sona erdi, güzel anılar ve dostluklar kaldı yadigâr…
Her adımı anlam, her sohbeti samimiyet dolu bir yolculuktu bu. Anadolu’nun hikmetli topraklarında başladık yürümeye; Hacıbektaş’ın rüzgarında dualar, toprağında tarih, suyunda sır gizliydi. Delikli Taş’tan geçmedik belki ama içimizden çok şey geçti… Bir taş bıraktık sırtımızdan, bir çaput bağladık kalbimizden. Bilgiyi, birikimi ve kültürü konuştuk sempozyum salonlarında; Soğanın, ekmeğin, tuzun yanına dostluğu katık ettik sofralarda; Türkülerle, halk oyunlarıyla, Türk Dünyası’nın ezgileriyle ruhumuzu yıkadık meydanlarda… Çünkü sadece kelimelerle değil; gönüllerle, gözlerle, kahkahalarla konuştu bu sempozyum. Çünkü biz biliyorduk: Ağzımız baklavaya değil, dostluklara tadlandı… Ve bu yolculuk, sadece akademik bir etkinlik değil; kültürün, kardeşliğin ve kalbin yürüyüşüydü.
Şimdi geriye dönüp bakınca görüyoruz ki: Her anı bir fotoğraf değil, bir his… Her durak bir bilgi değil, bir iz… Ve her insan, bu yolculuğun en değerli anısı… Teşekkürler Hacıbektaş… Bu güzel video paylaşımı için teşekkürler sevgili Dürdane Hocam! Teşekkürler gönlünü, bilgisini, gülüşünü paylaşan dostlar… Bu hikâye burada bitmedi. Kalbimizde devam ediyor…
Sana dün tepeden baktım İstanbul…
Gökyüzünden süzülürken ne Boğaz’ın serinliği ne de Kız Kulesi’nin mahzunluğu gözümden kaçtı. Işıklar içinde parlayan bu şehir, adeta bir inci gerdanlık gibi uzanıyordu Avrupa’dan Anadolu’ya, tarih boyunca taşıdığı bütün ihtişamı, güzelliği, hikâyesiyle… Bin yıllık bir masal gibi… Altımızda süzülen bu şehir, sadece taş ve toprak değildi; medeniyetin kalbi, geçmişin sesi, geleceğin hayaliydi. Dolu dolu geçen bir yolculuğun ardından, gökyüzünden süzülen bu son kareyle veda ediyorum Türkiye’ye. Hacıbektaş’ın huzurundan, dostlukların sıcaklığından, kültürün derinliğinden sonra, şimdi İstanbul’un yıldızlara selam duran siluetine bakıyorum. Her yolculuk bir yere varır, ama bazıları kalbe varır. Bu da öyleydi. Unutulmaz izlerle, dostluklarla ve dualarla… İstanbul bizi karşıladı; ama biz biraz Hacıbektaş’ta kaldık…