RIZA ŞEHRİ- Rıza AYDIN

Okuma Süresi: 20 dakika
A+
A-
RIZA ŞEHRİ- Rıza AYDIN

Rıza AYDIN

RIZA ŞEHRİ – Albüm için yazdığım

Rıza Şehri Alevilerin başucu kitabı durumumda olan Buyruk adlı kitabın bir bölümüdür; kitapta da “Rıza Şehri” başlığı altında verilmektedir. 

Bilindiği kadarıyla “Buyruk” Şah İsmail’in (1487-1524) dip dedesi Şeyh Safi (1252-1334) tarafından yazılmıştır. Elimizde bulunan nüsha ‘Bisati’ diye bir yazarın bu kitabı çoğaltması ya da bizzat Şeyh Safi’nin ağzından yazmasıyla meydana gelmiştir. 

Buyruk diye ünlenen kitabın orijinal adının “Menakıb-ül Esrar Behcet-ül Ahrar[1] olduğuna inanılmaktadır.

“Rıza Şehri” bu kitap da “Rıza Şehri” başlığı altında anlatılan 8 sayfalık bir bölümdür. Biz bu sayfaların fotoğraflarını olduğu gibi yayınlıyoruz: her kişi, her can bu sayfaları kendisi okusun yorumunu da kendisi yapsın istiyoruz.
Aşk ile 

Aşk ile sözü, alevi muhabbettin de sözü bağlayan, son söz gibi bir işleve sahiptir ama biz aşk ile diye sözü bağladıktan sonra ona iki çift söz daha eklemek istiyoruz.

Peki, öyleyse bu “Rıza Şehri” öyküsünü biz ne ile kıyaslayıp nasıl yorumlayacağız?

Rıza Şehri bu kitapta bir hayal, bir ütopya gibi görünmektedir – Hal böyleyse bizim şu soruyu sormamız gerekir. 

Buyrukta “Rıza Şehri” diye anlatılan ütopyanın dünya edebiyatında bir eşi benzeri var mıdır? Var ise bunlarla kıyaslanmasından hangi sonuçlara varıla bilinir?

Bizim bildiğimiz kadarıyla, “Rıza Şehri” gibi kitaplar vardır; bunlardan en tanınmış olanı “Thomas More’nin (1478-1535) “Ütopyası” ile Compenalla’nın (1568-1639) “Güneş Ülkesidir”. 

Marx’a “üretim araçları üzerinde mülkiyet ortaklığına dayılı toplum” tezini geliştirmesinde esin kaynağı olan “Utopia” adlı eserini Thomas More, 1516 yılında yazmış. Ancak Rıza Şehrin de anlatılan toplum modeli her açıdan Marx’a daha yakın bir tez içeriyor.

Ancak biz Buyrukta “Rıza Şehri” diye anlatılan ütopyanın bir hayal olmadığını yaşanmış bir gerçeklik olduğunu savunuyoruz. Asıl savumuz da budur.

Biz böyle deyince “peki öyleyse Rıza Şehri neredir, nerede hayata geçirilmiştir, nerede yaşanmıştır” diye bize sorulacağını da biliyoruz. Bu sorulması gereken haklı bir sorudur – 

Bizim bu soruya vereceğimiz cevap şudur: Rıza Şehri, somut olarak Alevi dergâhlarıdır, bu Alevi Dergâhlarında hayata gecen yaşamı anlatır. Bilindiği gibi Alevilerin cemlerinde anılan 4 önemli dergâhları vardır; Aşk Veli de bir deyişinde “Velim aydur 4 dergâhtan evveli / Şeyhoğlu, Pir Sultan, Bektaşi Beli” diyerek buna işaret etmiştir –

Bu dergâhları burada şöyle bir sıra ile anacağız:

Hacı Bektaş Veli Dergâhı, Kızıldeli ya da Seyit Ali Sultan adıyla anılan Yunanistan’ın Dimetoka bölgesindeki Kızıldeli Dergâhı, Antalya bölgesindeki “Abdal Musa Dergâhı“, birde Kaygusuz Abdal’ın Memluklu (Kölemen) devletinin başşehri olan Kahire’de kurduğu “Kasrü’l Ayn Dergâhtır“.

Bize göre bu dergâhlarda sürdürülen yaşam Rıza Şehri inancının somut olarak yaşandığı yerlerdir. Bu dergâhlar incelenirse “Rıza Şehrinin” bir hayal olmadığı görülecektir.
Aşk ile

***
RIZA ŞEHRİ

Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehire düştü.

Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini şaşa kaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir soru sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:

“Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin, Dünyalı olmalısın dedi.

Sofu;
“Evet bu şehirden değilim” diye karşılık verdi.

Fırıncı:
”Hele belli oluyor. Dur öyleyse, seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler bizim şehrimizde para pul geçmez” dedi.

Fırıncı bu Sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri :
”Meclise götürelim, ulular karar versin’ ‘dedi.
Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu. İçinden ”Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi! Herhalde büyük ve görkemli yerdir. Gör ne ulular meclisi!” diye kurdu. Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu şaşa kaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selâmladıktan sonra:
”Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular.

Ulular:

‘Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün gerekeni yapın!” buyurdular.
Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler. Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar.
”Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın” dediler, yeterki rızalık olsun” bunu unutma” diye uyardı.
Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse ”Ne arıyorsun? ‘diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu.

Görevliler:
“Gidemezsin dediler. Bu şehir rıza şehridir. Adı üstünde, sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?”
Sofu:
“Kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!”diye karşılık verdi.

Görevliler:
“Şimdi de bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip, yattığın günler için çalışmalısın.”

Sofu:
“O ki törenize, öyleyse çalışayım” diye kabul etti.
Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp, daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa, ilk sorulan ”Sen dünyalı mısın?” oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:
”Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?” diye sordu.

Arkadaşı:
‘Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orda her cuma günü tanışmak dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orda beğendiği anlaştığı biriyle evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler.” dedi.
Sofu cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşamayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanın kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu:
”Sen dünyalı mısın?” oldu.
”Evet, dünyalıyım ne olacak?” diye karşılık verdi.

Bacı:
‘Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben sana yardımcı olurum; davranışlarını düzeltirsin” dedi.

Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile konuşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi, ne korucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın bir kaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.

Bacı:
“Bunları nerden aldın?” diye sordu
Sofu narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı
”Beni düşündüğün için sağ ol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye de zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki… Bunca senedir rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum ki, sen bu şehre ayak uyduramayacaksın.”
Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamayacağına karar verildi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu şehirden attılar.

Şimdi bu olay kulağımıza küpe ola!
Rıza üç türlüdür. 
Birincisi kişinin kendisi ile rızasıdır.
İkincisi toplumla rızasıdır. 
Üçüncüsü kişinin tarikatla rızasıdır.

Kendi kendi ile rıza, sofunun pir önünde, başı secdede iken kendi kendini ölçmesi, kendi kendini yargılamasıdır. Kendi özü ile yüzleşmesidir. Hiç kimsenin tanıklığı, şikâyeti olmaksızın kendi özünü yargılamasıdır. Ve de kendi suçunu kendi gözü ile görmesidir. Yeryüzü bir uğraş alanı, secde bir aynadır. Sofu ayna içinde kendini görecektir. Orda kendisiyle baş başa kalacaktır. Kendini elle verebilecektir. İşte o zaman sofu insan evresine çıkmıştır. Bir kelebek bir yumurta bırakır. O yumurta pişmanlık yaprağı ile beslenir. Tövbe ipliği ile kozasını örmeye başlar. Ve erdem ipeğini yaratır. Kendini o ipekten hücrede tutsak eder. Aylarca, yıllarca yalnızlık köşesinde kendisi ile hesaplaşır. Pir önünde secdeye durmak, Tanrı katında secdeye durmaktır. Tanrı her şeyi görücü ve bilicidir. Bu dünyada piri kandırmak olasıdır. Ama Tanrı’yı kandırmak olası değildir. İşte kişinin kendi kendisi ile rızası kendi özü ile yüzleşmesidir. Seçenek kişinin yine kendisine bırakılmıştır.
İkincisi kişinin toplumla rızasıdır. Bu, kişinin içinde bulunduğu toplumdan, toplumun kişiden rızasıdır. Bunun kuralları bellidir. Yolumuzda kişinin eline, diline, beline sahip olması gerekir. Bu üç mühür kişiyi kötülükten uzak tutar. Bir sofu bunlara gem vurmazsa sofu olamaz. Kendini bulamaz. Toplum ondan, o toplumdan razı olamaz.

Üçüncü rıza kişinin tarikatla rızasıdır. Yolumuza giren can, rıza ile girer. Hiç bir zorlama, hiç bir baskı söz konusu değildir. Yolumuza rıza ile giren canın yolumuzun gereklerini inanarak, severek, rıza ile yerine getirmesi gerekir. Yolumuza giriş musahiplikle başlar. Musahiplik olmak demek malı mala, canı cana katmak gerek demektir. Rızalık olayını en küçük çerçeve içinde başlatmak demektir. Bu nedenle İmam Cafer Sadık Hazretleri ”ister pir olsun, ister talip olsun bütün tarikat ehlinin her an rıza ile iş yapması gerekir. Kendi aralarında rıza oluşturmaları gerekir. Ve rızadan dönmemeleri gerekir” ” buyurmuştur. Tarikatta rıza musahiplikle başlar. Musahipler arasında gerçek anlamda rıza olursa tarikatta rıza olur. Tarikatta rıza olursa toplumda rıza olur. Toplumda rıza olursa kişinin özünde rıza olur. Böylece üç rıza birleşmiş olur. El ele, el Hakka ulaşır.

Şimdi yukardaki Dünyayı gezmek isteyen sofunun durumuna dönelim. Gerçekte o sofu ne kendi içinde, ne toplumda ne de rıza oluşturmuştur. Bu nedenle önce kendi içinde, sonra toplum içinde, sonra da tarikatta rıza oluşturmuş Rıza şehrine uyamamıştır. Rıza şehrinde yaşayanlar malı mala, canı cana katmışlardır. Eğer o sofu gerçekten rızaya teslim olsaydı, o şehirdeki canlarla malı mala, canı cana katar, eline, beline, diline sahip olurdu. Oysa o sofu üçüne de sahip olamamış, Rıza şehrinden kovulmuştur. Onun derdine derman yoktur!
İMAM CAFER BUYRUĞU

**


Abdal Musa Dergâhı ile ilgili Evliya Çelebi 9. Kitabın 159- 160. Sayfasında şöyle diyor:

“Bir yüksek dağın yamacında 100 evli, 1 camili, bağ ve bahçeli ve hepsi tahta örtülü evlerdir. Muaf ve müsellem Abdal Musa dervişleri vakıftır. O tekkenin tamir, bakım, yiyecek ve içeceklerinin, gelen geçen yolcuların hizmetine memurlardır. 

Bu köyün kıblesi tarafında kale gibi kerpiç duvarlı ve büyüklüğü 4 bin adım bir İrem Bağı’nın ortasında eski yapı Abdal Musa Türbesi, bir ulu kubbe içinde meftundur.

Kargır kubbesi üstü çam tahtası örtülü bir sivri kubbedir. Tepesinde altın âleminin beş saat yerden parıltısı görülür. Nurlu mezarı misk ve ham amber ile kokulanmıştır. …

Ondan bu kaler içinde pek çok misafir hane ve meydanlar, kiler, mutfak, fukara meydanları ve mescittir. Ve yer yer akarsular üzerinde çemanzar sofralar ve hoş köşklerle süslenmiştir. Her köşesi uşak halılarla döşenmiştir. Kap kaçak aletlerin hesabını Allah bilir. Meydanları nice yüz altın gibi âlemler, çerağ, def, kudüm, nefir ve nakkarelerle donanmıştır. 300’den fazla yalın ayak ve çardarb ârif-i billâh, dünyayı terk etmiş canları var ki her biri Aristo akıllıdır. Gece gündüz ilimle ve ibadetle meşgullerdir. …

Mutfaklarında 40 adet telatın tennure giyen hizmetçiler var ki her biri ruh sefası yemekler pişirip gelen geçenlere minnetsiz sofralarında beyaz ekmeği boldur. Sabah akşam, (yemeği yoksula, yetime ve esire) yedirirler.

… Bu meydanın bir tarafında 20 ambar vardır. İçi çeşit çeşit mahsullerle doludur.

Bu meydandan taşra başka büyük bir misafir hane var, dört tarafı başka duvardır. Ve bu divanhane üst kattır, altı, 200 baş at alır ahırdır.

Öyle anlatırlar ki Musa Baba bu tekkeyi inşa edeli mutfağında ataş sönmemiştir. Allah söndürmeyip kıyamete kadar devam ede. Acayip teklifsiz yerdir ve büyük vakıftır. 10 binden fazla koyunu, bin camızı, 10 katar devesi, 7 katar katırı, binden fazla sığırı, 700 taylı kısrağı, 7 değirmeni, bu kadar bağ, bahçe, tarlası ve dağlarında korusu var. 

Her biri bir hayır sahibinin bağışıdır. 

Zira bu Anadolu halkı bu sultana gayet inanırlar. 20-30 konak yerden, karadan denizden adaklar gelir, gayet ulu sultandır.”

Suraia Faroqhi, Anadolu’da Bektaşilik adlı kitabında Abdal Musa dergâhının Kaş adasında bile çiftlikleri olduğunu yazıyor.
**
Evliya Çelebi 1611 yılında doğmuş 1685 yılında ölmüş. ABDAL Musa Dergâhını ziyaret ettiği tarihi bilmiyorum 

Bu haliyle ABDAL Musa Dergâhı özelin kalkarak genel olarak dergâhları Sovyetler ’de kurulan Kolhozlar ya da Solhozlar ile kıyaslamak gerekir. Aristo değerinde 300 tane Arif’i billah yetiştiren bir eğitim kurumu olması ayrıca üzerinde durulacak bir husustur.

Bence Buyrukta anlatılan “Rıza Şehri” dergâhlarda hayata geçirilmiş. Bu önemle not edilmelidir.  Aşk İle


[1] Fuat Bozkurt, Buyruk, sayfa 2-3

Bir Yorum Yazın
Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.